Fotoğraf: Nevin Azakoğlu
Eski kitap kokan, üst üste dosyaların, kağıtların ve dergilerin olduğu odaya girdim. Duvarlarda sanatçıların resimleri vardı, afişler, “Kulis” dergisinin kapakları renk renk…
Kendi içinde bir derli – topluluk algoritması olan, ancak dışarıdan bakana göre dağınıkça bir masanın hemen karşısındaki sandalyeye oturdum. Sonra vazgeçtim orada oturmaktan, masanın hemen yanındaki sandalyeye oturdum. Rahat edemedim. Karşı sandalyeye otursam, masanın diğer tarafındaki kişinin tam karşısında oturuyor olacaktım. Hemen masanın yanındaki sandalyeye otursam, karşımdaki kişiye yan dönmüş şekilde oturacak, karşıdaki dağınık kitaplığa bakıyor olacaktım. Tekrar kalktım, sandalyeyi hafif çevirdim. Artık ne tam karşıya ne de tam masanın karşısındaki kişiye doğru dönüktüm. Bu durumdan da hoşlanmadım. Biraz eğreti gibi durdu odada. Ancak zaten her şey karışıktı bana göre, ben de hafif eğreti durayım, ne olacaktı? Çantamı, not defterimi nereye koyacağımı da bilemedim. Ne yorucu bir kararsızlık! Masaya üç kez vurdum, bir saat sabırla tıkırdıyordu masada; ben de gözlerimi kapattım, sabırla beklemeye başladım.
…Fotoğraf: Nevin Azakoğlu
Gözlerimi açtım, Beyoğlu’ndaydım. Hemen dibimde bir tabelada şu yazıyordu: Tepebaşı Dram Tiyatrosu. 12 – 13 yaşlarında bir çocuk, hayran hayran bakıyordu sahneye. Sahnede, Bengliyan (Türk) Opereti. “O oyuna kapılıp gitmiştim” diye bir ses duydum. İrkildim, gözümü açtım, boş oda, sadece dağınık masa üstünde tıkırdayan saat. Tekrar kapattım gözlerimi. Aynı çocuk, şimdi 20 yaşlarındaydı. Benim yanımda duruyordu. Bir yerdeydik, kalabalıktı. “Burası neresi?” diye sordum çocuğa. “Direklerarası” diye yanıtladı gülümseyerek, aksanlı bir Türkçe ile. “Burası Ramazan’da hep böyle kalabalık olur, bak her yerde tiyatrolar var, haydi birine gidelim!” Heyecanla bir kalabalığa doğru yöneldi, durdurdum onu: “Paramız var mı ki?” Muzip bir ifadeyle göz kırptı ve “Sen o işi bana bırak hokim!” dedi. Hokim? Peki. Büyülü bir dünyaya girdik. Cebimizde paramız yoktu ama o oyunu izlemeyi aklına koymuşsa muhakkak bir yolunu buluyordu ve biz izliyorduk. Kızılköprü Cinayeti’ni ve Demirhane Müdürü’nü izledik. Saatlerce dolaştık tiyatrolar arasında. Bir oyundan çıkıp öbürüne girdik. Cadde bayram yerine dönmüştü, rengarenk tabelalar, herkesi gösteriye çağıran kampanalar, bir sürü insan, ışıl ışıl parlayan Direklerarası…
Fotoğraf: Orhan Ölmez
“Büyülü bir dünya…” dedi bana. Hemen yanımda oturuyordu. Bu kez bir kulisteydik, bir oyun henüz bitmiş, perdeler yeni kapanmıştı. Hemen sahnenin ardında duruyorduk, sahnede bir adam vardı, herkese teşekkür ediyordu. Sonra selama çağırdı sahnedeki adam herkesi. Ne zaman ki “Hagop Ayvaz” adı duyuldu, yanımdaki genç fırladı çıktı sahneye. Perde arkasından izledim onu. Bambaşka birisiydi sahnede. Oraya aşıktı, öyle seviyordu ki sahneyi... Tekrar yanıma gelince anlatmaya başladı: “1920’lerin sonlarıydı, Şark Tiyatrosu’na girdim. 1 Lira günlük alırdım. Semt semt dolaşan yazlık tiyatrolar vardı o zaman. Şimdi bazı belediyeler yapıyormuş, duyuyorum. Ben o yazlık tiyatrolardan birisinde adım attım bu sahneye. Bir akşam, aşık rolünü oynayan genç oyuna gelmeyince, beni çıkardılar. Sonra o dönemlerde hep aşık rolü oynamaya başladım”
…
Derin bir nefes aldım, gözlerimi açtım. Başım dönüyordu. Saat tıkırdıyordu. Tekrar yumdum gözlerimi.
Orta yaşlı Hagop Ayvaz ile kahve içerken buldum kendimi. Şık spor ceketinin altından görünen tiril tiril gömleği ve her zaman taktığı kravatıyla oldukça yakışıklı bir beyefendiydi. Neşeli ve nüktedandı. “Tiyatrodan çok şey öğrendim ben, tiyatro sanatçısı arkadaşlarımdan, Naşit, Muhsin Ertuğrul… Nasıl zorluklar ve imkansızlıklar içinde çalıştıklarını biliyorum. Bak, mesela 1925 yılında Darülbedayi’de Hamlet oynanırken spot ışıkları nasıl yapılırdı bilir misin? O bakır tencereler var ya büyük, kocaman. Onlar kalaylanırdı, ortası delinirdi, ışık oradan verilirdi. Bunlar aşktan başka neyle olur ki hokim?” Sonra yanımıza balıketinden hallice bir kadın geldi. Saçları başının tepesinde topluydu, makyajı biraz abartılı gibi göründü bana. Ermenice konuşarak sordu: “Hagop, kim bu kız çocuğu?” Lutsika Dudu’ydu gelen. Sesi çoğuldu sanki. Sesinde, bir zamanlar Kumkapı’da, Yenikapı’da, Samatya’da yaşayan Ermeni kunduracı, balıkçı; küçük esnafın sesi de var gibi geldi. Hayret ettim: “Bay Ayvazyan, ben Lutsika’yı hayal kahramanı sanıyordum!” Köpüklü kahvesinden bir yudum aldı ve şöyle dedi: “Bir bak bakalım hokim, hangisi hayal kahramanı değildir?”
Fotoğraf: Orhan Ölmez
Hagop Ayvaz, iki elini de yanlara doğru açmış, kucaklayacak gibi duruyordu. Hemen ardında uşak, aşık, balıkçı, hizmetçi, evin beyefendisi, bir köylü, bir pavyon kızı… Çeşitli kostümler giymiş insanlar gördüm. O kadar çoklardı ki!
Sonra yan tarafa baktık birlikte. “Oo, ahparig!” dedi Hagop. Dört kişi, bizim masamıza doğru geliyordu. Hagop Ayvaz ayağa kalkınca ben de kalktım. Bir anda elim ayağım boşaldı. İnanır mısınız, gelen kişilerden ortadaki Haldun Taner’di. Sağında Muammer Karaca, solunda Nubar Terziyan, hemen yanlarında da Afife Jale… Baktım, başka bir taraftan salına salına İsmail Dümbüllü geliyor, Toto Karaca orada, Hazım Körmükçü hemen arkasında. Biraz uzaklara doğru bakınca gördüm: İnsanlar akın akın geliyordu yanımıza doğru. Kimler kimler yoktu ki: Yıldız Kenter, Şükran Güngör, Müşfik Kenter, Hadi Çaman… Gazanfer Özcan ile Nejat Uygur kolkola girmiş, bir şeylere gülüyorlardı. Cüneyt Gökçer ile Suna Pekuysal da oradaydı. Metin Serezli geliyordu. Adile Naşit’in kahkahası ile ben de gülmeye başladım. Gülriz Sururi, suskunluğunda saklı sözlerini, bakışlarıyla anlatıyordu. Daha kimler kimler vardı, burası yetmez yazmaya. Ben şöyle diyeyim, aklınıza her kim geliyorsa!
…Fotoğraf: Semra Şevki
Sonra bir tiyatronun izleyici koltuğunda buldum kendimi. Yalnızdım. Sessizlikte bir ışık yandı. Sahnenin tam ortasında. Ayak sesleri duydum. Her adımda gıcırdayan tahtaların reveransları vardı sanki. Işıkların üzerine vurduğu bir çocuk geldi karşıma. Her adımında sahneden yükselen o tozlar... Bu bir çocuk yıldızdı, acaba hangisi ola ki diye düşünürken çocuk sertçe ayağını vurdu sahneye. Üç kez. Yükselen tozlar, pırıl pırıl parladı üzerimize yağarken. “Yıldıztozu!” dedim kendi kendime. Tiyatroya aşina her insan bilirdi o tozları. O sahne ayakta kaldıkça orada duran, her bir oyuncunun adımıyla yükselen, sonra üzerimize yağan, izleyenlerin alkışlarıyla daha çok parıldayan o yıldıztozları.
Gözlerimi açtım. Bomboş oda, masanın üzerindeki saat tıkırdıyor sabırla. Eşyalarımı topladım, Hagop Ayvaz’ın fotoğraftaki gülümseyen gözlerinin içine baktım. O da beni görüyordu, eminim. “Çok teşekkür ederim röportaj için!” dedim. Kapıyı açtım, odayı kendi haline bıraktım.
Metin: Sinem Baş