Ramazan ayının olmazsa olmaz eğlencelerini yad etmek ve huzuru bulmak için Sultanahmet Meydanı’nda gerçekleştirilecek etkinlik için Sirkeci’den usul usul ama içimdeki heyecanı durduramadan yürüyorum. Bir yandan da “Nerede kaldı o eski Ramazanlar?” diye soruyorum kendime.
Sahi nerede kaldı birlik ve beraberliğin insanın içini kıpırdatan coşkusu? Ramazan eğlenceleri hayallerimizde kalmış olabilir mi?
Hafif bir iç çekmesi içinde sanki Sirkeci’den Sultanahmet’e yürümemiş de uçmuşum gibi hissediyorum, ayaklarım yerden kesilmiş düşüncelerimle. Meydanda bulunan sandalyelerden birine oturuyorum usulca. Gösterinin başlamasını bekliyorum, diğerleri gibi sabırsızca.
Fotoğraf: Nevin Azakoğlu
Sahneye ilk önce kantocu bir grup çıkıyor.
“Atum var, kayıgım var
Üstünde yeğkenim var
Alıp seni kaçarım
Ninenin hatırı var.”
Mâni ile başlayan kanto, oldukça tatlı ve samimi bir kantocunun dansı ile ilerliyor. Sevimli ve güzel bir kadın, sahnede bir o yana bir bu yana gidip geliyor; dansının büyüsü ile bizi efsunluyor adeta. Sesi ise billur gibi, nehirlerden akan coşkulu ve inatçı suları andırıyor. Bizler, kantocunun sesinin ve dansının güzelliği ile büyülenmeye devam ederken zamanın nasıl geçtiğini anlayamıyor ve “Gölge Oyunu”nun sahneye kurulduğunu fark edemiyoruz.
Fotoğraf: Nevin Azakoğlu
Hacivat ile Karagöz olarak da bilinen Gölge Oyunu, özellikle küçüklerin ilgisini çekmeyi başaran ve geleneksel Türk tiyatrosunun en önemli oyunlarından biri. “Hayalci” olarak adlandırılan bir aracı sayesinde Hacivat ve Karagöz karakterleri can buluyor. Birbirleri ile keyifli bir şekilde didişmeleri, güldürü unsurlarını kullanarak sohbet etmeleri her birimizi güldürüyor. Gülmek ne kadar da yakışıyormuş meğerse bizlere. Ramazan eğlenceleri ile hatırlıyoruz sanki mutlu olmayı, kim bilir?
Sanki her şey, oldukça hızlı bir şekilde ilerliyor; unuttuğumuz Ramazan eğlenceleri bir âna sığıyormuş gibi hissediyorum. Ahmet Hamdi demiyor mu “Yekpare geniş bir ânın parçalanmaz akışında!” Şimdinin gücünü hissederek acaba şimdi sahneye kim çıkacak diye merak ediyorum.
Yavaştan hava kararıyor, elinde bir tepsi taşıyan oldukça şık giyimli bir adam, efsunlu içecekler dağıtıyor insanlara. Her içen kendinden geçiyor, Ramazan coşkusunu içinde taşıyor. Şeker pembesi rengi ile dikkatimi çeken şerbetten ben de alıyor, ânın içerisinde farklı bir ân yaşıyorum. Şerbetimi keyifli keyifli yudumlarken sahneye oldukça güzel bir mâni ile bir Ramazan davulcusu çıkıyor.
Fotoğraf: Orhan Ölmez
Sahurdan önce her sokağı tek tek arşınlayan bu özel insanlar, şimdi de manileri ile gönlümüzü fethediyor. Hiç yorulmadan söylediği manilere billur sesli davulu da eşlik ediyor. Herkes pür dikkat dinlerken Ramazan davulcusunu, derin düşüncelere kapılıyorum.
Özlenen neydi acaba, diyorum kendi kendime. Neyi yitiriyoruz akşamdan sabaha? O an ayırdına varıyorum hüzünlü bir şekilde. Derdimiz, içimizdeki samimiyetin artık dışa vurmaması olabilir mi? Daha çok kendi isteklerimizle hareket edip diğer insanları ve doğayı her zaman geri planda tutmak olmasın ya da? Evet, evet özlediğimiz aslında eski ilişkilerin var olduğu dünya.
Korka korka yürüdüğümüz sokaklarda yanımızdan geçeni tanımıyoruz artık. Selam vermek, en ağır yükü kaldırmak kadar zor geliyor bizlere. Şiirin en güzel mısraını okumadan geçiyor, göz gezdiriyoruz bir romana.
Eski Ramazan eğlencelerinde özlenen, aslında tam da bunlar. Nerede Karagöz nerede Orta Oyunu’nun Pişekâr’ı? Geçmişin derinliklerinde kalmış gibi hissediyorum bütün o güzellikler. Fakat belki de o kadar geçmişte kalmamıştır, elimizi uzatsak dokunabiliriz. Samimi ve içten duygularımızı çıkarsak gün ışığına, özlenen her şey gelmez mi geriye?
Düşüncelerime dur demeden usulca kalkıyorum yerimden ve Sultanahmet’ten Sirkeci’ye yürüyorum yeni Ramazan eğlencelerinin hasreti ve umuduyla. Belki bir gün, evet kesinlikle bir gün, özlediğimiz eğlenceler geri gelebilir; bizler de “Nerede o eski Ramazanlar?” demeyi bırakır ve mutluluğu doya doya yaşarız.
Metin: Damla Şahin